Podcast Serimiz: Sezon 1

Sıradan olan, gerçekten iyileştirir mi?
Gündelik, tekrar eden küçük şeyler…
Bir kahve kokusu, yürüyüşte aynı yoldan geçmek, aynı pencere kenarında oturmak.
Sisifos’un taşını her gün yeniden yukarı taşımak mı bu, yoksa hayatı bilinçli bir şekilde kabul mü?
Bu bölümde Aslı ile Tolga, sıradanlığın neden bazen en büyük huzur ve iyileşme kaynağı olduğunu konuşuyor:
🌿 Marcus Aurelius’tan Virginia Woolf’a, Albert Camus’den günümüz ilişkilerine…
🌿 Neden sıradan konuşmalar iyi gelir?
🌿 Sıradan hayat neden bazen ulaşılması en zor şeydir?
🌿 Ve insan, sıradan olana ne zaman tutunur, ne zaman kaçmak ister?
Pentimento Kulübü’nün ilk bölümünde, belki de hepimizin en derin ihtiyaçlarından biri konuşuluyor: Sıradan olan mı iyileştirir?
Devamı->

Konuşurken kullandığımız hangi kelimeler gerçekten bize ait?..
Konuşurken kim konuşuyor? Biz mi, başkalarının içimize yerleştirdiği sesler mi?
Peki, her ortamda, her ilişkide aynı kişi olarak mı konuşuyoruz?
Pentimento Kulübü’nün bu bölümünde Aslı ile Tolga, dilin ve konuşmanın derinlerine iniyor:
Öfke anında dile gelen sözler, aile içinde kendin olamamanın ağırlığı, yabancılarla kurulan özgürlük dolu diyaloglar, “keşke söylemeseydim” dedirten anlar… Heidegger’den Lacan’a, Nietzsche’den kişisel deneyimlere uzanan bu sohbette, kelimelerin ardındaki benlik sorgulanıyor.
Her şey söylenebilir mi? Gerçekler gerçekten söylenebilir mi?
Ve en önemlisi: Bu konuşan kim?
Devamı->

Yorgunluk sadece bedensel midir?
Geceleri mi daha az yoruluruz, yoksa gündüzler mi ağır gelir?
Kadın olmak nasıl bir yorgunluk getirir?
Ve sustukça, bastırdırkça biriken yorgunluklar, bir gün mutlaka kendilerini hatırlatırlar mı?
Pentimento Kulübü’nün bu bölümünde Aslı ile Tolga, modern hayatın görünür ve görünmez yorgunluklarını konuşuyor.
Hayatın dayattığı roller, bastırılmış duygular, bir türlü kurulmamış düzenler, "kendi hayatını tahayyül edememek"ten gelen iç yorgunluk…
Pascal’ın “Bir odada tek başına kalamamak” sözünden, Lao Tzu’nun “su gibi olmak” önerisine uzanan bu sohbet, yorgunlukla nasıl yüzleşip yorgunluğumuzu nasıl atabileceğimiz üzerine kurulu.
Ve belki de en basit soru yeniden soruluyor: Gerçekten neden bu kadar yorgunuz?
Devamı->

Utanç, hepimizin tanıdığı bir duygu.
Sartre’ın dediği gibi: Başkalarının bakışında kendimize çıplak yakalanmak.
Peki neden bu kadar utanıyoruz?
Ve bu utanç hiç geçmiyor mu?
Bu bölümde Tolga ile Aslı utanç duygusunu konuşuyor:
🌿 Utanç ile kırılganlık arasındaki fark
🌿 Utanç bizi izole mi eder, dönüştürür mü?
🌿 Hangi utançlar yakamıza yapışıp kalır?
🌿 Önceleri utanırken artık utanmadığımız şeyler nelerdir?
🌿 İnsan başkasının utancını taşır mı?
🌿 Birini utandırmak neden kötü bir eylemdir?
Pentimento Kulübü’nün bu bölümünde, kendimize ve başkalarına daha yumuşak bakmanın yollarını arıyoruz.
Devamı->

Hep erteleriz.
Bir cümleyi yazmayı, bir duyguyu söylemeyi, bazen de kendimizle yüzleşmeyi…
Peki neden erteleriz?
Ve ertelemek sadece eylemi mi erteler, yoksa kim olduğumuzu da mı?
Bu bölümde Aslı ile Tolga, ertelemenin derinliklerine iniyor:
🌿 Ertelemenin görünmez engelleri
🌿 Neleri neden erteliyoruz?
🌿 Ertelemenin iyi yanları da olabilir mi?
🌿 Sadece bir eylemi mi, yoksa kendimizi de mi erteliyoruz?
🌿 Ertelemeye son verdiğimizde aslında nelere son vermiş oluruz?
Pentimento Kulübü’nün bu bölümünde, ertelenmiş tüm hayatlarımızı biraz olsun harekete geçirmeye çalışıyoruz.
Devamı->

Bazen bir cümlede takılı kalırız:
“Sen beni hiç tanımamışsın.”
Bu cümle bazen sessiz söylenir, bazen bağırarak.
Kimi zaman bir ayrılığın ortasında, kimi zaman da kendimize fısıldarız bunu.
Peki, gerçekten tanınmak mı istiyoruz, yoksa olduğumuzu sandığımız halimizin doğrulanmasını mı?
Bugünkü sorumuz şu: “Beni kim tanıyor?”
Sadece diğer insanlar mı tanısın istiyoruz bizi?
Ya biz? Kendimizi ne kadar tanıyoruz?
Ve daha derin bir şey: Acaba tanımak mümkün mü?
Bu bölümde psikolojiyle, edebiyatla ve felsefeyle yol alacağız:
🌿 Dostoyevski ile yeraltına ineceğiz,
🌿 Virginia Woolf ile iç sesimizin kıyısında yürüyeceğiz,
🌿 Freud’un divanına uzanacak,
🌿 Simone Weil’in gözlerinden “öteki”ne bakacağız.
Pentimento Kulübü’nün bu bölümünde, birbirimizi ve kendimizi tanımaya dair en eski ve en yeni sorulara birlikte bakıyoruz:
“Beni kim tanıyor?”
Devamı->

Hipnoz dediğin şey aslında ideolojinin ta kendisidir. Aile, okul, medya ve hatta “özgürlük” diliyle bile bilinçdışımıza telkinler yüklenir. Özgürce seçim yaptığını düşünürsün, oysa seni seçmeye yönelten yapılar çoktan karar vermiştir. Uzun yıllar boyunca özne olmak sandığın şey, öznenin inşasıdır.
“Beni Kim Hipnotize Etti?” adlı bu bölümde Aslı ile Tolga rıza dışı, çevresel, toplumsal ve duygusal hipnozları konuşuyor:
Uzun yıllar boyunca neleri hipnotize edilmiş gibi yaptığın şeyler oldu mu?
Ne yapacağını ya da neyi neden yaptığını bilen birisi misin?
Yaptığın şeylerde kimleri, neleri referans aldın?
Hipnotize edilmiş gibi yaptığın şeyleri reddettiğinde ne olur?
Yapmak isteyip de bir türlü yapamadığın, günün birinde yapmayı umduğun şeyler var mı?
Pentimento Kulübü’nün bu bölümü, hem ideolojiden uyanarak hipnozun ağır, tozlu battaniyelerini üzerimizden atmaya hem de yeni hipnozlara çıkarılmış bir davetiye…
Devamı->

Bellek bazen koku, bazen sesle harekete geçer ama sonunda hep bir görüntüye varır. Psikoloji buna “flashbulb memory” der. Travma ya da duygu yüklü anlar, zihne fotoğraf gibi kazınır.
Bu bölümde Aslı ile Tolga, çoğu zaman istemsizce, sessizce ama sürekli gözümüzün önüne düşen bu görüntüleri konuşuyor:
Hatıralarımıza görüntüleriyle karışanları diğer hatıralardan ayıran şeyler nelerdir?
Hatırlamak istemediğimiz halde silemediğimiz görüntüler nelere ilişkindir?
Kendi görüntümüzü karşı tarafın gözünde dondurmak istediğimiz anlar hangi anlardır?
Silinmesini istediğimiz görüntüler bir gün silinir mi gerçekten?
Silinmemeleri için üzerine titrediğimiz görüntüler hangileridir?
Pentimento Kulübü’nün bu bölümü görsel belleğimizin yıkıcı izleri ve yapıcı gizleri üzerine…
Devamı->

Pentimento Kulübü’nün bu bölümünde Aslı ile Tolga doğumdan ölüme insanın yakasından hiç düşmeyen, hayati önemdeki yeme içme meselesini konuşuyor:
İktidar kipleri hükümranlığını sofralarda nasıl kurar?
Herkesin konuştuğu ama kimsenin birbirini duymadığı sofralar neye benzer?
Gerçek açlık, Simone Weil’in dediği gibi ekmekle değil de anlamla mı beslenir?
Bazı sofralar sadece karnı değil, geçmişi de doyururken, bazıları geleceğe aç bir yalnızlık mı bırakır?
George Bataille’ın kurban etme yasaları niçin tüylerimizi ürpertir?
Yeme içmeyle ilgili tabularımız, korku ve bağımlılıklarımız nelerdir?
Unutamadığımız, bir daha aynısını bulamadığımız sofralar, tatlar nasıl sofralar ve tatlardır?
Ve bu bölümün başlığına da çıkan o soru: “Daha ne kadar yer içeriz?”
Devamı->

Hepimizin hayatında “en güzel günler” dediğimiz dönemler var. Ama o günler gerçekten geçti mi, yoksa hâlâ içimizde mi yaşıyor? Bu bölümde geçmişle bugünün iç içeliğini, hatırlamanın getirdiği hafiflik ve yükleri konuştuk.
Üniversite anılarından anne olmanın sessiz mutluluğuna, sokaklarda kaybolmanın özgürlüğünden ilişkilerdeki derin izlere kadar… Felsefenin ve psikolojinin bize sunduğu kavramlarla da baktık meseleye: Bergson’un “yaşayan zaman”ı, Heidegger’in zaman anlayışı, Carl Rogers’ın içsel uyum fikri, Jung’un sessizlik vurgusu…
Ama en çok da şunu sorduk kendimize: Geçmişe dönmek mi isteriz, yoksa o günlerdeki halimizi bugüne taşımak mı daha kıymetli?
Belki de en güzel günler, yaşadığımız anın içinden yeniden kurulabiliyordur.

Pentimento Kulübü’nün bu bölümünde Aslı ile Tolga, “hayır” demenin mümkün olup olmadığını ve istemeden sürdürdüğümüz şeylerden duyduğumuz gizli memnuniyeti konuşuyor:
“Hayır” diyebilmek hangi hâllerde bizi aşılmaz bir dağın önüne bırakır da orada işkence görürüz?
Seçim yapma yükünden kaçıp başkalarının bizim yerimize verdiği kararları yaşadığımızda neden feragat etmiş oluruz?
“Evet”lerin altnda biriken söylenmemiş “hayır”lar ve katlanma kültürüne göre yaşamak nelere mal olur?
“Hayır” diyememek, ne zaman insanın kendi iç sesini susturmasının en incelikli yollarından birine dönüşür?
Lacan’ın dediği gibi arzu kendimize ait değilse ve kendimizi ötekinin arzusunda buluyorsak, sadece arzulamakla kalmayıp arzulandığımızı da arzuluyorsak, bu gerçekleştiğinde yapmak istediklerimiz ve istemediklerimiz dışarıya nasıl yansır?
Arsız “öteki” olmadan “hayır” diyebilmek mümkün müdür?
Küçük “evet”lerin kurumsallaştığında, her gün verilen o minik onaylar zamanla neye dönüşür ve bizi neye dönüştürür?
“Hayır” demeyi önümüzü açacak şeffaf kapılara çevirmenin yolları neler olabilir?

Aslı ile Tolga bu hafta Pentimento Kulübü’nde “Neleri duymaz olaydık?” diye soruyorlar.
Yetersizliğimiz ya da değersizliğimiz üzerine söylenmiş sözleri mi? Sevilmediğimizin ilanını mı? Sevildiğimizi ama istenmediğimizi mi? Bize görülmediğimizi, anlaşılmadığımızı hissettiren cümleleri mi? Anlaşıldığımızı ama kabul edilmediğimizi mi? Utanç doğuran kelimeleri mi?..
“Duymaz olaydım!” dediğimiz şeyler işittiğimizde neleri neden yaparız? İnsanlara neden “Duymaz olaydım!” diyecekleri şeyler söyleriz? Duymak isteyip de bir türlü duyamadığımız sözlerin listesi neden uzayıp gider hep?
“Tehlikeli doğruluk” nedir? Cesaretle kabalık birbirinden nerede ve nasıl ayrılır? Bazı sözler neden zamanını bekler?
“Duymaz olaydım!” dediklerimizi unutup söyleyenleri affedebilir miyiz gerçekten? “Duymaz olaydım!” dediklerimiz kendimizi anlamanın giriş kapısına nasıl dönüşür?

Bir bildirim sesiyle bölünen bir kalp, bir “mavi tik”le ölçülen yakınlık, bir çevrim içi hâl ile karışan duygular…
Bu çağda kalp dijitalleşiyor mu sence?
Aşk artık bir bildirim sesiyle mi titriyor?
Yalnızlık cebimize mi sığdı?
Gerçeklik filtreden mi geçiyor, yoksa biz mi birbirimizin ekran yüzleriyiz?
Bu bölümde Aslı ve Tolga, dijital çağda insan olmanın en kırılgan yerlerine dokunuyor:
Dikkat, güven, kimlik… ve dijitalleşmiş bir dünyada aşkın, yalnızlığın ve insan olmanın yeni biçimlerini konuşuyor.
Felsefeyle psikolojinin, edebiyatla gündeliğin kesiştiği bu sohbette, Montaigne’den Arendt’e, Pessoa’dan Heidegger’e uzanan düşüncelerle bugünün kalp ritmini dinliyoruz.
Belki aşk değişti, belki de sadece görünürlük kazandı….

